Tutkulu aşkla uyumun bir arada olması çok nadir rastlanan bir şeydir” diyor Schopenhauer. İçinde tutku olmadan yaptığım/yaşadığım her şeye anlamsız gözüyle bakarken bir taraftan Schopenhauer’ın söylediği gibi uyumsuzluğu da tecrübe ediyordum ki yardımıma Nietzsche koştu.
“İnsan üzerindeki etkileri bakımından tüm tutkuların belli evreleri vardır. Tutku bir evrede insana felaket getirir, kurbanını aptallığın ağırlığı ile aşağı çeker ama belli bir süre sonra, çok daha ileri bir evrede tutkular ruhla bütünleşir, manevi bir anlam kazanır. Eskiden tutku insanları aptallaştırdığı için insanlar tutkuya savaş açmışlardı: Tutkuları tamamen ortadan kaldırmaya ant içmişlerdi. Yalnızca kendi aptallıklarından sakınmak, bu aptallığın getireceği sonuçlardan kaçınmak için tutkuları, arzuları yok etmeye çalışmak şimdi bize aptallıktan çok daha ciddi bir araz gibi görünüyor. Biz artık dişi ağrıyanın dişini çeken dişçilere hayranlık duymuyoruz”
Aşkımızın, tutkularımızın ya da hayallerimizin etrafımızdaki insanlar veya kendi geçmişimizdeki “kendimiz” tarafından onaylanmasına ihtiyacımız yok. Anda yaşadığımız aşk, sahip olduğumuz en büyük zenginliktir. Geçmişin onayını istemek ayağımıza pranga takmak iken geleceğin garantisini istemek ise ruhumuzu ipotek altına almaktır. Debbie Ford “Cesaret” kitabında tam olarak şöyle diyor: ”Bu dünyada ömrünüzü sevgi, onay ve ilgi açlığınızı gidermek için didinmek, sonra da duygu kırıntılarına razı olmak için bulunmuyorsunuz.” Evet, bu dünyada tutkularımızın, hayallerimizin ve yüreğimizin peşinden koşmak için bulunuyoruz ve bu yolculukta karşımıza çıkan tüm problemler sadece teferruattan ibaret, bu problem “kendimiz” bile olsak.
Bir düşüncenin doğruluğu herkesin ona inanması ya da reddetmesi ile değil kalbimizin hükmü ile belirlenmeli. Yakın zamanda okuduğum Evrenin Yapısı kitabında Roma dönemi filozoflarından Lukretius diyor ki: “isteklerimizi belirleyenin kendi duygularımız değil de sağdan soldan duyduklarımız olmasından derin üzüntü duyuyorum.” Yani kendi kalbimiz ve ruhumuz dışında oluşan illüzyonların peşinden koşmak. Düş kırıklıklarımıza baktığımızda ise şu gerçekle karşılaşıyoruz; isteklerimiz gerçekliğin o yıkılmaz duvarına çarpıyor. Gerçekliğin karşısında dururken dudaklarımızdan dökülen kelimeleri seçmek ise bize kalmış. Canımızı yakan gerçekler karşısında “küstüm oynamıyorum” diyebileceğimiz gibi “kendi gerçekliğimi yaratabilecek güce sahibim” demek bir diğer seçenek. Hayallerimizin verdiği güçle bu evrende kendi gerçekliğimizi yaratabileceğimize yürekten inanıyorum. Kalbinin sesini dinlemeden, hayallerinin peşinden tutkuyla koşmadan mutlu veya başarılı olmuş birini tanıdınız mı hiç? Zaten hayallerimizden ve tutkularımızdan başka “gerçekten” bize ait olan ne var ki?